Masal

19 Şubat 2010 Cuma Gönderen Simurg 1 yorum

(Masal)

Olağanüstü öğe, kahraman ve olaylara yer veren öykülerdir. Masal terimi öncelikle, Sindirella, Çizmeli Kedi gibi sözlü geleneğin ürünleri olan halk öykülerini kapsar. Ama sözlü gelenekle ilişkisi olmayan edebi yönü ağır basan bazı eserler de bu türün içinde yer alır. Halk masalları 4 temel grupta toplanır. Hayvan masalları, olağanüstü ve gerçekçi masallar, güldürücü öyküler, zincirlemeli masallar.

Hayvan masalları genellikle kısa masallardır. Lafontaine masalları bu türün en güzel örnekleridir. Şeyhi’nin Har-name adlı eseri de Divan edebiyatındaki hayvan masalları türüne görmek gösterilebilir.

Olağanüstü masallarda, olağan varlıkların yanı sıra cin, peri, dev, ejderha gibi olağanüstü varlıklara da yer verilir. Gerçekçi masalların başlıca kahramanları ise padişahlar, vezirler, prenses ve prensesler, zenginler, hırsızlar ya da haydutlar gibi gerçek hayattaki kişilerdir.

Güldürücü masallar okuyan ve dinleyeni eğlendirmeyi amaçlayan masallardır.

Zincirleme masallarda sıkı bir mantık bağıyla birbirine bağlanan, küçük ve önemsiz bir dizi olay art arda sıralanır.

Wikipedia‘nın tanımı:

Olağanüstü öğe, kahraman ve olaylara yer veren öykülerdir. Masal terimi öncelikle, Sindrella, Çizmeli Kedi gibi sözlü geleneğin ürünleri olan halk öykülerini kapsar. Ama sözlü gelenekle ilişkisi olmayan edebi yönü ağır basan bazı eserler de bu türün içinde yer alır. Halk masalları 4 temel grupta toplanır: Hayvan masalları, olağanüstü ve gerçekçi masallar, güldürücü öyküler, zincirlemeli masallar.

Hayvan masalları genellikle kısa masallardır. La fontaine masalları bu türün en güzel örnekleridir. Şeyhi’nin Har-name adlı eseri de Divan edebiyatındaki hayvan masalları türüne örnek gösterilebilir.

Olağanüstü masallarda, olağan varlıkların yanı sıra cin, peri, dev, ejderha gibi olağanüstü varlıklara da yer verilir. Gerçekçi masalların başlıca kahramanları ise padişahlar, vezirler, prens ve prensesler, zenginler, hırsızlar ya da haydutlar gibi gerçek hayattaki kişilerdir.

Güldürücü masallar okuyan ve dinleyeni eğlendirmeyi amaçlayan masallardır.

Zincirleme masallarda sıkı bir mantık bağıyla birbirine bağlanan, küçük ve önemsiz bir dizi olay art arda sıralanır.

Hikaye (Öykü)

Gönderen Simurg 0 yorum

(Öykü – Hikâye)

Gerçek ya da düş ürünü bir olayı aktaran kısa düz yazı şeklindeki anlatıdır. Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer anlatı türlerinden ayrılır.

Öyküde, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu tümüyle düş ürünü olabilir, ya da son derece gerçekçidir. Genellikle ironik bir rastlantı yoluyla yaratılan özel bir an üzerindeki yoğunlaşma sürpriz sonlara olanak verir.

Eski Yunan’daki fabl ve kısa romanslar, Binbir Gece Masalları öykünün habercileridir. Ama öykü ancak 19. yüzyılda romantizm ve gerçekçilik akımlarının yaygınlaşmasıyla edebi bir tür haline gelebildi. Edgar Allan Poe’nin Grotesk ve Arabesk öyküleri adlı eseriyle yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde değil Avrupa’da da etkili oldu. Almanya’da Heinrch von Kleist, ve E. T. A. Hoffmann, psikolojik ve metafizik sorunları öykülerinde masalsı bir anlatımla yansıttılar.

20. yüzyıla girildiğinde öyküler ilk kez genellikle gazete ve dergilerde yayınlanıyor ve bu yüzden gazeteciliğe özgü yerel renkler taşıyordu. Bret Harte’nin öyküleri, Ruyard Kipling’in Hindistan’daki yaşamı anlatan öyküleri, Mark Twain’in Missisippi öyküleri bu özelliktedir.

Rusya’da Gogol, Dostoyevski, Turgenyev ve Çehov’un öyküleri, öykü türünün edebi eserler arasında sağlam bir yere oturmasına büyük katkı sağladı.

Türk edebiyatında öykü

Türk edebiyatında Batılı anlamdaki ilk öyküler Tanzimat döneminde yazıldı. İlk öykü yazarları, Ahmed Midhat, Emin Nihat, Samipaşazade Sezai ve Nabizade Nazım’dı. Türk öykücülüğünü yetkinliğe kavuşturan yazar ise Halit Ziya Uşaklıgil oldu. Edebiyat-ı Cedide döneminde yalın diliyle dikkat çeken Uşaklıgil, titiz gözlemciliğiyle gerçekçi öykü geleneğini başlatan yazardır. Bu dönemin diğer yazarları Hüseyin Rahmi Gürpınar, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ahmet Hikmet Müftüoğlu ve Saffeti Ziya idi.

2. Meşrutiyet’in ilanından sonra gelişen yeni edebiyat akımıyla birlikte öyküde toplumsal ve siyasi sorunlar işlenmeye başladı. Türkçe’de yabancı sözcüklerin temizlenmesi, yazımda konuşma dilinin hakim olması, taşra yaşamının gerçekçi bir üslupla edebiyata taşınması gibi özelliklerle bilinen bu dönemde Ömer Seyfettin, Türk öykücülüğünde yeri bir çığır açtı. Onu Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Refik Halit Karay izledi. F. Celaleddin, Selahattin Enis, Sadri Ertem, Cemal Kaygılı, Sabahattin Ali, Kenan Hulusi Koray, Nahit Sırrı Örik, Bekir Sıtkı Kunt, Mahmut Şevket Esendal Cumhuriyet dönemi öykücülüğünü hazırlan isimlerdir.

Cumhuriyet dönemi 1930’lar sonrasını kapsar. Bu dönemde alışılmışın dışında bir öykü dünyası kuran Sait Faik Abasıyanık, Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaç), diyalogların usta yazarı Orhan Kemal, Mehmet Seyda, Samet Ağaoğlu, Sabahattin Kudret Aksal, Kemal Bilbaşar, Kemal Tahir ve Ahmet Hamdi Tanpınar öykü yazarları olarak ön plana çıktı. Günümüzde Türk öykücülüğü geniş bir konu ve üslup zenginliğiyle sürmektedir.

Wikipedia‘nın Tanımı:

Gerçek ya da gerçeğe yakın bir olayı aktaran kısa düz yazı şeklindeki anlatıya öykü veya eski adıyla hikâye denir.

Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer anlatı türlerinden ayrılır.

Öyküde, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu tümüyle düş ürünü olabilir, ya da son derece gerçekçidir. Genellikle ironik bir rastlantı yoluyla yaratılan özel bir an üzerindeki yoğunlaşma sürpriz sonlara olanak verir.

Eski Yunan’daki fabl ve kısa romanslar, Binbir Gece Masalları öykünün habercileridir. Ama öykü ancak 19. yüzyılda romantizm ve gerçekçilik akımlarının yaygınlaşmasıyla edebi bir tür haline gelebildi. Edgar Allan Poe’nin Grotesk ve Arabesk öyküleri adlı eseriyle yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nde değil Avrupa’da da etkili oldu. Almanya’da Heinrch von Kleist, ve E. T. A. Hoffmann, psikolojik ve metafizik sorunları öykülerinde masalsı bir anlatımla yansıttılar.

20. yüzyıla girildiğinde öyküler ilk kez genellikle gazete ve dergilerde yayınlanıyor ve bu yüzden gazeteciliğe özgü yerel renkler taşıyordu. Bret Harte’nin öyküleri, Ruyard Kipling’in Hindistan’daki yaşamı anlatan öyküleri, Mark Twain’in Missisippi ve O. Henry’nin öyküleri bu özelliktedir.

Rusya’da Gogol, Dostoyevski, Turgenyev ve Çehov’un öyküleri, öykü türünün edebi eserler arasında sağlam bir yere oturmasına büyük katkı sağladı. Türkiye’de öykü ya da hikaye kavramı diğer yeni türler gibi Tanzimat’tan sonra edebiyatımıza girmiştir. Öykünün bizdeki ilk gerçek temsilcisi olarak Ömer Seyfettin’i görmek mümkündür. Falaka,Başını Vermeyen Şehit,Pembe İncili Kaftan gibi dönemin sosyal olaylarını gözler önüne seren Ömer Seyfettin çok sayıda hikayesiyle Türkiye’de hikayeciliğin gelişmesine çok büyük katkı sağlamıştır.

Roman

Gönderen Simurg 2 yorum

(Roman)

Belli bir tarihsel ya da coğrafi çevre içindeki belli bir kişi ya da bir grup insanın başından geçenleri, bu insan ya da insanların iç ve dış yaşantılarını belli bir kronolojik, mantıksal, duygusal ya da sanatsal ilişkiyi gözeterek öyküleyen ve belli bir uzunluğu aşan anlatılar için kullanılan edebi terimdir. Edebi türler içinde en yenisidir. Çünkü matbaanın bulunması ve kentsoylu bir okur kitlesinin ortaya çıkmasından sonra gelişmiştir.

Aslında tanımlanması en zor edebi türdür. Gelişmesini tamamlamamış tek türdür denebilir. Bunun bir nedeni romanın tarihsel koşullara bağlı olması, diğer nedeni ise yazarına geniş bir özgürlük ve deney alanı bırakmasındandır. Romanın ataları arasında nesirsel özellikler taşıyan Petronius’un Satyricon (1’inci yüzyıl) ve Apuleius’un Metamorphoseon’u (2’nci yüzyıl) gösterilir.
Roman düzyazıyla yazılır. Anlatılan olaylar kahramanlık öyküleri değil, sıradan insanların günlük yaşantılarıdır. Anlatılan olaylar, saraylar ve savaş alanları gibi destansı mekanlarda değil, sokaklar, evler, meyhaneler gibi sıradan mekanlarda geçer. Olaylara yön veren tanrılar değil, kişilerin kendi tutum, davranış, duygu ve düşünceleridir. Kullanılan dil, nazım türlerinde olduğu gibi ağdalı değil günlük ve sıradandır.

Roman tarihe en bağlı edebiyat türüdür. Toplumsal, politik olaylar gelişmelerle de yakın ilişkidedir. Romanın tarihe bağlı oluşu, çok köklü bir geçmişi olmayan yeni bir sınıfın, yani burjuvazinin kendine tarih içinde bir geçmiş, şimdi ve gelecek kurma çabasından doğmuş olmasında yatar. 18. yüzyıl romanlarının çoğu, burjuvazinin aristokrasiye karşı mücadelesinde kullanılmak üzere kaleme alınmış metinler gibidir.

Roman, işte bu nedenle, felsefe ve sanattan boş inançları kovmak ve bunların yerine akıl ve gerçeği geçirmek isteyen bir kültürel dönüşümün ürünüdür. Bu nedenle toplumların gelişimine, yani tarihe kopmaz biçimde bağlıdır. İnsanı, öncelikle toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak konu alan ilk sanat türüdür.

Roman türleri

Romanlar konu, üslup, yazıldığı dönem bakımından çeşitli türlere ayrılabilir.

Üslup bakımından “romantik roman”, “gerçekçi roman”, “doğalcı roman”, “estetik roman”, “izlenimci roman”, “dışavurumcu roman”, “yeni roman” türleri sayılabilir.

Romantik roman
Kişilerin duygularını, arzularını, düşüncelerini yalnızca kendilerine ait, içten gelen doğal ve gerçek olgular gibi görür. Örneğin Sir Walter Scott’un tarihsel romanları, Jean Jack Rousseau’nun eserleri ve Goethe’nin Genç Verther’in Acıları romanı gibi.

Gerçekçi roman
Romantik romandan ayrı olarak kuru ve kuşkucu bir anlatım ve düşünce yapısı taşır. Balzac ve Stendhal’in romanları bu üsluptadır.

Doğalcı roman
Üslup bakımından gerçekçi romana benzer. Olanın olduğu gibi yazılmasını öngörür. Emile Zola ve Maupassant romanları doğalcı romanlardır.

Estetik roman
Belli biçim ve anlatım kaygıları ile yazılmış romanlardır. Gustave Flaubert estetik romanın en önemli yazarıdır.

İzlenimci roman
Diğer üsluplardan ayrı olarak eşyanın ve dış olayların kendi nesnel gerçeklikleriyle insanların bunları algılama biçimleri arasındaki farkları ortaya çıkarmaya yönelir. Yani dış gerçeklerden çok, duyu ve duygulara, iç yaşantının betimlenmesine öncelik verir. Ford Madox Ford’un romanları izlenimciliğin en sistemli ürünleridir.

Dışavurumcu roman
20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dışavurumculuk toplumsal kimliklerin reddedilmesi ve insan yaşamını belirleyen toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne çıkarılmasıyla belirlenir. Dışavurumculuk, şiddetli, fırtınalı ve tanımsız duyguları vurgulamasıyla, abartma, karikatürleştirme, çarpıtma ve soyutlama tekniklerinden yararlanmasıyla bir tür “yeni romantizm” olarak da değerlendirilir. Dostoyevski, Kafka, Beckett ve Brecth’in romanları bu türün örneklerindendir.

Yeni roman
Aslında dışavurumculuğun izlerini taşır. Özellikle 1930 sonrasında ilk örnekleri görülmeye başlandı. Kendisinden önceki akımlardan hiçbirine benzemeyen, yazma deneyini, hatta romanın olanaksızlığını romanın asıl konusu haline getiren romanlardır. Yeni roman, yazma eyleminin kendisini sorgulamaya yönelir. Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Claude Simon, Philippe Soller, Julio Cortazar gibi yazarlar bunu denemişlerdir.

Konusu bakımından roman “tarihsel roman”, “pikaresk roman”, “duygusal roman”, “gotik roman”, “ruhbilimsel roman”, “töre romanı”, “oluşum romanı” türlerine ayrılır.

Tarihsel roman
Uzak bir geçmişte yaşanan olayları konu alır. Ama tarihten daha derinlerde yatan insanla ilgili daha evresel bir gerçeği araştırmak amacıyla da yazılmış olabililer. Tarihi romanların örnekleri arasında Walter Scott’un romanlarını, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını, Stendhal’in Parma Manastarı’nı sayabiliriz.

Pikaresk roman
İsmini, İspanyolca alt tabakadan serüvenci ya da serseri anlamına gelen sözcükten alır. Çoğunlukla ahlaksız, rezil bir kahramanın başıboş gezginlik yaşamında yaşadığı olayları gevşek ve rahat bir üslupla anlatır. Bu türün önemli örnekleri arasında Lesage’nin Gil Blas de Santilane’ın Serüvenleri, Defoe’nun Talihli Metres’i, Thomas Mann’ın Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları’nı sayabiliriz.

Duygusal roman
İnsanın duygusal yaşamını yüksek ve özenli bir üslupla betimleyen romanlardır. Bazen bu türde yazarın kendi duygularıyla, okurun duygularını sömürmesi ön plana çıkar. Laurence Sterne’in Fransa ve İtalya’da Hissi Seyahat adlı eseri, Rousseau’nun romanları, Madame de La Fayette’in Prenses de Cleves’i bu türe örnek gösterilebilir.

Gotik roman
Gotik roman, İngiliz ve Amerikan romancılığına özgü bir türdür. 18. yüzyılın akılcılığına karşı çıkan bir türdür. Karanlık, korkutucu, çılgınlıklarla dolu bir ortamda geçen kanlı, şeytani, büyülü olayları konu alır. Horace Walpole’un Otranto Şatosu, Mary Shelley’in Frankenstein adlı romanları bu türün örnekleridir. Gotik romanın günümüzdeki uzantıları bilimkurgu ve fantastik roman olarak gösterilebilir.

Ruhbilimsel roman
Kişilerin ruhsal durumlarını ayrıntılarıyla çözümlemeye çalışan romanlardır. Daha serinkanlı ve denetimli oluşuyla duygusal romandan ayrılır. Abbe Prevost’un Manon Lasko adlı eseriyla Fransız edebiyatında açılan psikolojik roman çığırı diğer ülke romancılarını da etkilemiştir. Paul Bourget’in romanları da bu türe örnektir.

Töre romanı
İnsanların en dolaysız biçimde toplumsal olan davranışlarını, adetlerini, geleneklerini ön plana çıkarır. Moda, yaygın konuşma ve ifade biçimleri, toplu olarak yapılan her şey bu tür romanların konusunu oluşturur. Toplumun derin yapısından çok, yüzeysel görüntüleriyle ilgilenir. En tipik temsilcileri olarak Arnold Bennet ve Evelyn Waugh’tur.

Türk edebiyatında roman

Türk edebiyatına roman Fransızca’dan yapılan çevrilerle girdi. Bu çevirilerden ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra adı bilinmeyen bir çevirici Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiler’i (Les Miserables) çevirdi. 1860-1880 yıları arasında başta Fransız yazarlar olmak üzere bir çok Batılı yazarın eseri Türkçe’ye çevrildi. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı eseridir. Sami’den sonra Ahmed Mithad romanlarıyla Türk romanının gelişmesine katkıda bulundu. Türk romanı asıl Tanzimat döneminde gelişti. Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası yeni teknikler kullanılan Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk romanıdır. Servet-i Fünun edebiyatı döneminde ilk usta romanlar ve usta yazarlar kendilerini gösterdi. “Sanat sanat içindir” tezini savunan bu yazarlar aşk ve acıma gibi konuları işledi. Halid Ziya Uşaklıgil bu dönemin en önemli romancısı sayılır. Aşk-ı Memnu (1925) adlı romanı günümüzde de en başarılı Türk romanlarından biridir. 1910’dan sonra milli duyguların ağır basmasıyla birlikte “Genç Kalemler” dergisi çevresinde Türkçülük akımı gelişti. Milli romanların yazılması bu dönemde başladı. Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanları bu dönemin örneklerindendir. Cumhuriyet döneminde çağdaş Türk romanı ortaya çıktı. Toplumsal ve sosyal gelişmeleri konu alan romanlar yazıldı. Köy ve kent romanları ayrımı da bu dönemle ilgilidir.

Wikipedia‘nın Tanımı:

Roman, insanın veya çevrenin karakterlerini, göreneklerini inceleyen, serüvenlerini anlatan, duygu ve tutkularını çözümleyen, kurmaca veya gerçek olaylara dayanan uzun edebî türe ve bu türde yazılmış eserlere denir. Türkçe’ye Fransızca’dan geçmiştir.

Roman belli bir tarihsel ya da coğrafi çevre içindeki belli bir kişi ya da bir grup insanın başından geçenleri, bu insan ya da insanların iç ve dış yaşantılarını belli bir kronolojik, mantıksal, duygusal ya da sanatsal ilişkiyi gözeterek öyküleyen ve belli bir uzunluğu aşan anlatılar için kullanılan edebi terimdir. Edebi türler içinde en yenisidir. Çünkü matbaanın bulunması ve kentsoylu bir okur kitlesinin ortaya çıkmasından sonra gelişmiştir.

Tanımlanması zor bir edebi türdür. Gelişmesini tamamlamamış tek türdür denebilir.

Roman düzyazıyla yazılır. Anlatılan olaylar kahramanlık öyküleri değil, sıradan insanların günlük yaşantılarıdır. Anlatılan olaylar, saraylar ve savaş alanları gibi destansı mekanlarda değil, sokaklar, evler, meyhaneler gibi sıradan mekanlarda geçer. Kullanılan dil, nazım türlerinde olduğu gibi ağdalı değil günlük ve sıradandır.

Roman tarihe en bağlı edebiyat türüdür. Toplumsal, politik olaylar gelişmelerle de yakın ilişkidedir.

Roman, felsefe ve sanattan boş inançları kovmak ve bunların yerine akıl ve gerçeği geçirmek isteyen bir kültürel dönüşümün ürünüdür. Bu nedenle toplumların gelişimine, yani tarihe kopmaz biçimde bağlıdır. İnsanı, öncelikle toplumsal ve tarihsel bir varlık olarak konu alan ilk sanat türüdür.

Destan

Gönderen Simurg 0 yorum

(Destan)

Kahramanlarının olağanüstü eylemlerini coşkulu, törensel bir üslupla anlatan ve genellikle birkaç bölümden oluşan manzum yapıtlardır. Bilinen en eski edebiyat türlerinden biridir. Yunanca “espos” sözcüğünden gelmektedir. Mitoloji, efsane, folklor ve tarihi öğeler içerir. Destanlar ve destansı öyküler ilkçağlardan beri dünyanın her yerinde gelenekleri sonraki kuşaklara aktarmak için kollektif olarak yaratılmış edebi biçimlerdir.

Destanların ortak özellikleri:
Hepsinde yarı tanrısal nitelikler taşıyan bir ya da birçok kahramandan söz edilir. Destan bu kahramanın eylemleri üzerine kurulmuştur. Olaylar çok geniş bir kozmik coğrafya üzerinde geçer. Bir destanın dünyası ortaya çıktığı zaman içinde düşünebilecek her şeyi barındıran bütünsel, çok yönlü bir dünyadır. Hemen bütün destanlarda uzun yolculuklar anlatılır. Çoğu destanda olaylara doğaüstü yaratıklar da katılır. Kişiler, olaylar, doğal varlıklar hep gerçek yaşamdaki boyutlarından daha büyük, daha zengindir. Özellikle sözlü destanlarda uzun anlatı, betimleme (tanımlama) ve konuşma bölümleri bulunur. Öykü içinde öyküye yer verilir. Törensel söyleyişler ve kamusal duyarlılık hâkimdir. Destanlar temel olarak iki gruba ayrılır.

Sözlü destanlar

Yazının henüz bulunmadığı ve yaygınlaşmadığı bir kültürde doğan ve kuşaktan kuşağa sözlü olarak aktarıldıktan sonra yazıya geçirilen destanlardır. Ozan ve şarkıcıların değişik zamanlarda söylediği şarkı ve şiirlerin bütünleşmesi ve işlenmesiyle oluşturulurlar. Örnekler:

Gılgamış: MÖ 3000 yıllarında Mezopotamya’da ortaya çıkmıştır. Bilinen en eski destandır. Babil ve Akad toplumlarınca da benimsenmiştir. Ama bugüne kalan en eksiksiz biçimi Sümer toplumunda ortaya çıkmıştır. Zalim Uruk kralı Gılgamış’in ölümsüzlük arayışını anlatır. Gılgamış ve arkadaşı Enkidu ile birlikte uzun arayışlardan sonra ölümsüzlük otunu bulur, ama bir yılana kaptırır.

İlyada ve Odysseia: MÖ 11-12’nci yüzyıllarda geçtiği sanılmaktadır. Homeros destanları olarak bilinirler. Yunan Yarımadası’ndaki Akhalar’ın, Anadolu’daki İon krallıklarına saldırısı ve Akha kral ve prenslerinin daha sonraki serüvenleri anlatılır. Özellikle Odysseia, Yunan Tragedyası ve Batı edebiyatının önemli bir kaynağıdır.

Diğerleri: Eski İngilizce halk destanı Beowulf, Eski Almanca Heldenlieder (kahramanlık türküleri), Almanca Nibelungenlied , Kudrunlied, Fransa’da Chanson de Geste (kahramanlık şarkısı), Chanson de Roland (Frank kralı Charlemagne’ın savaşlarını anlatır), İspanya’da El Cantar de Mio Cid, Hindistan’da Mahabharata, Ramayana, Japonya’da Heike Monogatari.

Edebi destanlar

Belirli bir yazar tarafından eski örneklere uygun olarak ve okunmak üzere kaleme alınmış destanlardır.
Örnekler:

Vergilius’un Aeneis’i: MÖ 29-19’uncu yüzyılları kapsar. Troyalı Aeneias’in uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra Latin ülkesine gelerek Lavinium kentini kurması anlatılır. Lavinium sonradan Alba Langa ve Roma kentlerinin yerine kurulan ilk kenttir.

Milton’un Paradise Lost’u: İnsanın cennetten kovuluşu ve tanrının şeytanla mücadelesini anlatır.

Dante’nin La Divina Commedia’sı (İlahi Komedya) MS 1310-1321, Ariosto’nun Orlando Furioso’su (Çılgın Orlando) 1532, Camoes’in Os Lusidas’ı 1572.

Türk edebiyatında destan

Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde yaşayan Türk boyları arasında zengin bir destan geleneği vardır. Bilinen Türk destanları arasında en eskisi Yaratılış Destanı’dır. Altay Türkleri arasında söylenmektedir. V. Radlov tarafından saptanıp yazıya geçirilmiştir.
Saka Destanı, İskit Türkleri’ne aittir. Bu destan zinciri içinde Alp Er Tunga ve Şu parçaları bulunur. Bunlar Kaşgarlı Mahmud’u Divanü Lugati-t-Türk adlı eserinde yer almıştır.
Oğuz Kağan Destanı 14’üncü yüzyılda derlenmiş özet nitelikte bir metindir. Oğuz Kağan’ın doğumu ve üstün nitelikleri, askeri başarıları ve ülkeyi oğulları arasında pay edişi anlatılır.
Oğuz Türkleri’nden günümüze gelen tek destan metni ise Dede Korkut Kitabı’dır. Bayındır Han soyundan geldikleri sanılan Akkoyunlular’ın egemen olduğu Kuzeydoğu Anadolu’daki olaylar ve Müslüman Oğuzlar’ın yaşamı anlatılır. Göktürk Destanları çeşitli parçalardan oluşmuştur. Bozkurt parçasında Göktürkler’in bir boz kurdun soyundan geldikleri, Ergenekon parçasında ise Ergenkon’a sığınmaları, çoğalıp buraya sığmayınca dağı eriterek dış dünyaya çıkmaları anlatılır. Köroğlu parçasında, göçebe Oğuzlar’ın Horasan ve Hazar’da İranlılarla savaşlarından sözedilir.
Manas Destanı’nda Kırgız Türkleri’nin putperest Kalmuk ve Çinliler’le savaşları vardır.
Cengiz Han Destanı, Moğol istilasından sonra Kıpçak bozkırlarında ve eski Uygurların yaşadığı bölgelerdeki olayları anlatır.
Timur Destanı, Timur’un savaşları ve kişiliğine yer verir. Danişmend Gazi Destanı’nda Türklerin Anadolu’yu ele geçirmeleri anlatılır.
Battal Gazi Destanı’nda da Anadolu’daki Türk-Bizans savaşları yer alır.

Şiir

Gönderen Simurg 0 yorum

(Şiir)

Dilin anlam, ses ve ritim öğelerini belli düzen içinde kullanarak bir olayı, ya da bir duygusal ve düşünsel deneyimi yoğunlaşmış ve sıradanlıktan uzaklaşmış bir biçimde ifade etme sanatıdır.

Lirik şiir
Toplumun hemen her kesimini ilgilendiren sevinç,coşku veya acı gibi ortak duyguların veya aşk, ayrılık, özlem gibi bireysel duyguların coşkulu bir tarzda işlendiği şiirlere lirik şiir denir. Eski Yunan edebiyatında bu tarz şiirler lir denen bir sazla söylendiği için böyle adlandırılmıştır. Bizim edebiyatımızda halk âşıklarının (veya halk şairlerinin) söylediği şiirlerin çoğu liriktir.

Epik şiir
Destansı özellikler gösteren şiirlerdir. Kahramanlık, savaş, yiğitlik konuları işlenir. Okuyanda coşku, yiğitlik duygusu, savaşma arzusu uyandırır. Daha çok, uzun olarak söylenir. Divan edebiyatında kasideler, Halk edebiyatında koçaklama, destan, varsağı türleri de epik özellik gösterir. Tarihimizde birçok şanlı zaferler yaşadığımızdan, epik şiir yönüyle bir hayli zengin bir edebiyatımız vardır.

Didaktik şiir
Belli bir düşünceyi aşılamak veya belli bir konuda öğüt, bilgi vermek, bir ahlak dersi çıkarmak amacıyla öğretici nitelikte yazılan, duygu yönü az olan şiir türüdür. Kısaca öğretici şiirdir. Yusuf Has Hacip’in Kutatgu Bilig, Aşık Paşa’nın Garibname, Nabi’nin Hayriye bu türün ünlü örnekleridir. Tanzimat’tan sonraki Türk Edebiyatında Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend; Tevfik Fikret’in Haluk’un Defteri ve Şermin; Mehmet Akif’in Süleymaniye Kürsüsünde, Asım adlı eserleri de bu tarzda yazılmış ünlü eserler. Fabl türündeki eserler de örnek olarak gösterilebilir.

Pastoral şiir
Doğa şiirlerini, çobanların doğadaki yaşayışlarını anlatan şiirlerdir. Doğaya karşı bir sevgi, bir imrenme söz konusudur bunlarda. Eğer şair doğa karşısındaki duygulanmasını anlatıyorsa “idil”, bir çobanla karşılıklı konuşuyormuş gibi anlatırsa “eglog” adını alır.

Satirik şiir
Eleştirici bir anlatımı olan şiirlerdir. Bir kişi, olay, durum, iğneleyici sözlerle, alaylı ifadelerle eleştirilir. Bunlarda didaktik özellikler de görüldüğünden, didaktik şiir içinde de incelenebilir. Ancak açık bir eleştiri olduğundan ayrı bir sınıfa alınması daha doğru olur. Bu tür şiirlere Divan edebiyatında hiciv, Halk edebiyatında taşlama, yeni edebiyatımızda ise yergi verilir.

Dramatik şiir
Tiyatroda kullanılan şiir türüdür. Eski Yunan edebiyatında oyuncuların sahnede söyleyecekleri sözler şiir haline getirilir ve onlara ezberletilirdi. Bu durum dram tiyatro türünün ( 19. yy. ) çıkışına kadar sürer. Bundan sonra tiyatro metinleri düz yazıyla yazılmaya başlanır.

Dramatik şiir harekete çevrilebilen şiir türüdür. Başlangıçta trajedi ve kommedi olmak üzere iki tür olan bu şiir türü dramın eklenmesiyle üç kere çıkmıştır. Bizde dramatik şiir türüne örnek verilmemiştir. Çünkü bizim Batı’ya açıldığımız dönemde ( Tanzimat ) Batı’da da bu tür şiirler yazılmıyordu; nesir kullanılıyordu tiyatroda. Bizim tiyatrocularımız da tiyatro eserlerini bundan dolayı nesirle yazmışlardır. Ancak nadirde olsa nazımla tiyatro yazan da olmuştur. Abdülhak Hamit Tarhan gibi…

Tarihten Geleceğe Türk Dili

Gönderen Simurg 0 yorum

Tarihten Geleceğe Türk Dili

(Prof.Dr.Ahmet B. Ercilasun)


Türk dilinin en eski izleri Sümer kaynaklarındaki Türkçe sözlerdir. M.Ö. 3100-M.Ö. 1800 yılları arasına ait Sümerce metinlerde 300′den fazla Türkçe söz yer almaktadır. Sümerceyle Türkçedeki ortak sözler ya ortak kökenden gelmektedir ya da alış veriş sonucu ortaya çıkmıştır. Hangi ihtimal doğru olursa olsun Türkçenin ilk verileri M.Ö. 2000-3000 arasına çıkmakta, yani bundan 4-5000 yıl geriye gitmektedir. Ortak sözler Türklerle Sümerlerin komşu olduklarını da gösterir. Türklerin hiç olmazsa bir bölümü M.Ö. 2000-3000 yılları arasında, belki de daha önce Ön Asya’da yaşamış olmalıdır.
M.Ö. 7.-3. yüzyıllar arasında Karadeniz’le Hazar’ın kuzeyinde ve Kuzeydoğusunda yaşayan Sakaların önemli bir bölüğü ve yöneticileri de büyük ihtimalle Türktü. M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış olan Sakaların kadın hükümdarının adı Yunan kaynaklarında Tomiris olarak geçer. Bu kelime Türkçe Temir (demir) olsa gerektir.

Dîvânü Lûgati’t-Türk’te anlatıldığına göre İskender’in Türkistan seferi sırasında (M.Ö. 330′lar) Türklerin bir kısmı, hükümdarları Şu yönetiminde Hocent civarında, yani Seyhun’un yukarı havzalarında idiler. İskender’in gelişiyle Şu ve idaresindeki Türkler Altaylara çekildiler; Oğuzlar ise Hocent civarında kaldılar.

Çin kaynaklarındaki ilk bilgilere göre Türkler Çin’in kuzeyindeki bozkırlarda yaşıyorlardı. M.Ö. 220′lerde ortaya çıkan Tuman (Teoman) Yabgu ve M.Ö. 209′da hükümdar olan oğlu Motun (Mete) Yabgu, Hunların büyük hükümdarları idiler ve merkezleri bugünkü Moğolistanda bulunan Orhun vadisinde idi. Hunlardan sonra da Topalar, Avarlar, Göktürkler, Uygurlar dönemlerinde, M.S. 840′a kadar Türklerin merkezi Orhun vadisinde olmuştur. M.Ö. 220 – M.S. 840 arasındaki 1000 küsur yıllık dönemde Türkler kudretli zamanlarında Okyanus kıyılarından Hazar’a, hatta bazen Karadeniz’in kuzeyine kadar uzanan topraklara hükmediyorlardı. Türklerden bir bölüğü M.S. 370′lerde İdil’i geçmiş ve Kafkaslarla Karadeniz’in kuzeyine ulaşmıştı. Batı Hunları, Bulgarlar, Avarlar, Peçenekler ve Kıpçaklar 370′ten başlayarak yüzyıllar boyunca Doğu Avrupa ve Balkanları yönetimleri altında bulundurmuşlardır.

Asya ve Avrupa Hunlarına ait herhangi bir Türkçe metin elimizde bulunmamaktadır. Ancak Çin ve Bizans kaynaklarına geçen bazı özel adlar ve kelimeler onlara ait Türkçe veriler olarak kabul edilmektedir. Çin kaynaklarında geçen tehri, kut, yabgu, ordu, temir gibi sözlerin Çinceleşmiş biçimleri, milât yıllarına ait Türkçe verilerdir. Attilâ’nın babasının adı olan Muncuk (Boncuk) ve oğullarının adları Dehizik, İrnek, İlek Türkçeyle açıklanabilmektedir. 6.-9. yüzyıllardaki Tuna Bulgarlarından yıl ve ay adları ile birkaç kelimelik bazı küçük metinler kalmıştır. Yıllar hayvan adlarıyla adlandırıldığı için yıl adları aynı zamanda çeşitli hayvanların adlarını gösteriyordu. Aylar sıra sayılarıyla ifade edildiği için Bulgar Türkçesindeki sayıların adlarını da böylece öğrenmiş oluyorduk.

Moğolistan’da bulunmuş olan 6 satırlık Çoyr yazıtı tarihi bilinen en eski metindir. İlteriş Kağan’a katılan bir askeri anlatan metin 687-692 arasında yazılmış olmalıdır. Orhun anıtları olarak bilinen İşbara Tamgan Tarkan (Ongin), Köl İç Çor (İhe-Huşotu), Tonyukuk, Köl Tigin, Bilge Kağan anıtları 719-735 yılları arasında yazılmışlardır. Uygurların ikinci kağanı Moyun Çor Kağan’a ait Taryat, Tes ve Şine-Usu anıtları 753-760 arasında dikilmiştir. Moğolistan’da, Yenisey vadisinde, Kazakistan’da, Talas’ta (Kırgızistan), Kuzey Kafkasya’da, İdil-Ural bölgesinde, Bulgaristan, Romanya, Macaristan ve Polonya’da Göktürk harfleriyle yazılmış daha yüzlerce yazıt bulunmuştur. Bu küçük yazıtların 7.-10. yüzyıllar arasında yazıldığı tahmin edilmektedir. Demek ki bu yüzyıllarda Doğu Avrupa ve Balkanlardan, hatta Macaristan’dan Güney Sibirya’ya ve Moğolistan içlerine kadar uzanan sahada Türkçe, Göktürk harfleriyle yazılan bir yazılı dil olarak kullanılmaktaydı.

9. yüzyıldan itibaren Türkçenin yazılı ürünlerini daha güneyde, Tarım havzasında da görmeye başlıyoruz. 840′ta Tarım havzasında ve Gansu bölgesinde devletler kuran Uygurlar; Göktürk, Uygur, Soğdak ve Brahmi alfabeleriyle kâğıt üzerine yüzlerce eser yazdılar, yüzlerce belge bıraktılar. Hatta bunların bir kısmı yazma değil, basma eserlerdi. Uygur yazılı eserleri, Gansu bölgesinde 17. yüzyıla kadar devam etmiştir.

11. yüzyılda Kâşgar ve Balasagun çevresi de bir Türk kültür çevresi olarak ortaya çıkar. 1069 tarihli Kutadgu Bilig Balasagun’da yazılmaya başlanmış, Kâşgar’da Karahanlı hükümdarına sunulmuştur. 1070′lerde Bağdat’ta kaleme alınan Dîvânü Lûgati’t-Türk de aslında Kâşgar muhitinin eseridir. Türkler 10. yüzyılda Müslüman oldukları hâlde 11. yüzyılda Arap yazısı henüz Türklerin yazısı hâline gelmemişti. Kâşgarlı Mahmud 1070′lerde Türk yazısının Uygur yazısı olduğunu kesin şekilde kaydeder.

Kâşgarlı Mahmud Türklerin 20 boy olduğunu yazar ve onları batıdan doğuya doğru şöyle sıralar: 1. Beçenek, 2. Kıfçak, 3. Oğuz, 4. Yemek, 5. Başgırt, 6. Basmıl, 7. Kay, 8. Yabaku, 9.Tatar, 10. Kırkız, 11. Çigil, 12. Tohsı, 13. Yağma, 14. Uğrak, 15. Çaruk, 16. Çomul, 17. Uygur, 18. Tangut, 19. Hıtay. Listedeki Hıtay’ı Kâşgarlı’nın ifadesiyle “Çin ülkesi” olarak ayırmak gerekir. Bu sıralamadan az sonra Kâşgarlı Beçeneklerle Kıfçaklar arasına Suvarlarla Bulgarları yerleştirir. Kâşgarlı’nın iki dilli oldukları için dillerini bozuk saydığı Soğdak, Kençek, Argu ve Tangutlardan Arguları da Türk boyları arasında saymalıyız. Demek ki 11. yüzyılda Balkanlardaki Bizans sınırından Çin ve Moğalistan içlerine kadar Türkçe konuşuluyordu.

13. yüzyılda Türk yazı dilinin merkezîleştiği bölge Aral’ın güneyindeki Harezm bölgesidir. 13.-14. yüzyıllarda Altınordu’nun merkezi olan Hazar’ın kuzey kıyısındaki Saray’dan hatta daha batıdaki Kırım’dan Tarım havzasının doğusundaki Gansu’ya kadar Türk yazı dili kesintisiz olarak kullanılıyordu. Tarım havzasıyla Gansu’da kullanılan dile Türkoloji literatüründe Uygur Türkçesi, Altınordu ve Türkistan sahasında kullanılan dile ise Harezm Türkçesi denmektedir. Ancak ikisi arasında ses ve gramer yönünden hemen hemen hiç fark yoktur. Yazıları ise farklıdır. Birincisi Uygur, ikincisi Arap yazısını kullanır.

13. ve 14. yüzyıllarda Türk yazı dili, bu ana sahadan başka üç coğrafyada daha kullanılıyordu. Bunlardan biri Yukarı İdil (bugünkü Tataristan) sahasıdır. Burada bulunan mezar kitabelerinin dili İdil Bulgarcası idi. İkincisi Mısır ve kısmen Suriye idi. Buradaki yazı dili Harezm Türkçesine çok yakındı ve Kıpçak Türkçesi adını taşıyordu. Üçüncü saha Azerbaycan ve Anadolu sahasıydı. 13. yüzyılda bu alanda Oğuz ağzına dayanan yeni bir yazı dili doğmuştu. Bu yazı dili Balkanlara doğru sahasını genişleterek kesintisiz şekilde bugüne dek sürmüştür. Sadece mezar kitabelerinde gördüğümüz İdil Bulgarcası 14. asırdan sonra yerini Kıpçakçaya bırakır. Mısır ve Suriye’de ise 15. yüzyıldan sonra Kıpçak Türkçesi kullanılmaz olur.

Karadeniz, Kafkaslar, Hazar denizi ve İran, Kuzey-Doğu Türkçesi ile Batı Türkçesini ayıran tabiî sınırlardır. 11. yüzyıldan itibaren Oğuzlar İran’ı aşarak Azerbaycan ve Anadolu’ya gelmişler ve Batı Türklüğünü oluşturmuşlardır. Batı Türklüğü 14. yüzyılda Balkanlara taşmış, daha sonra Macaristan sınırına dayanmıştır. Bugünkü Irak ve Suriye’nin kuzey bölgeleri de Batı Türklerinin 11. yüzyıldan itibaren yerleştikleri yerlerdi ve buralardaki nüfus Anadolu Türklüğünün tabiî uzantısıydı. Öte yandan Kuzey Afrika ve Arap ülkelerine de önemli miktarda Osmanlı Türkü yerleşmişti. Bütün bu sahalarda Batı Türkçesi ortak bir yazı dili olarak kullanılmıştır. 13. ve 14. yüzyıllarda Anadolu ve Azerbaycan’da yazılan eserleri, yazı dili olarak birbirinden ayırmak kolay değildir.

Bu asırlarda yazı dili henüz standartlaşmamıştır; esasen Azerbaycan, Anadolu ve Balkanlarda henüz siyasî birlik de yoktur; bölgede çeşitli Türk beylik ve devletleri hüküm sürmektedir. 15. yüzyılda Osmanlılar güçlenerek birliği kurmaya yönelirler ve yeni oluşmaya başlayan İstanbul ağzı esasında Osmanlı Türkçesi standart hâle gelir. 16. yüzyılda Doğu ve Güney-Doğu Anadolu ile birlikte Suriye ve Irak da Osmanlı topraklarına dahil olur; böylece bu bölgeler de Osmanlı Türkçesi alanı içine girerler. Kuzey ve Güney Azerbaycan, İran’la birlikte bir başka Türk devletinin, Safevîlerin yönetiminde kalır. Ancak yine de 16. asırda Azerbaycan ve Osmanlı yazı dillerinin kesin şekilde ayrıldığını söylemek doğru değildir. Hatayî ve Fuzulî her iki çevrenin de şairidir. 17. yüzyıldan sonra iki yazı dilinin ayrıldığını söylemek mümkündür; ancak aralarındaki fark yok denecek kadar azdır.

Kuzey ve doğu Türklerinde Harezm Türkçesinin devamı niteliğindeki Çağatay Türkçesi tek ve ortak yazı dili olarak 15. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar sürdü. Bunun bir tek istisnası vardı: Kırım Hanlığı. Osmanlı idaresinde bulunduğu için Kırım Hanlığında kullanılan yazı dili Osmanlı Türkçesi idi.

13. yüzyıldan itibaren iki ayrı yazı dili hâlinde gelişen Doğu ve Batı Türkçeleri sürekli olarak birbirleriyle temasta olmuşlardır. Çağatay sahası eserleri, özellikle Nevayî Osmanlı ve Azerbaycan Türklerince hep okunmuştur. Buna karşılık Osmanlı eserleri de özellikle İdil-Ural bölgesinde sürekli okunmuştur. Osmanlı ve Azerbaycan sahasında Nevayî’ye Çağatayca olarak nazireler yazılmış ve bu 19. yüzyıla kadar sürmüştür.

1552′de Kazan’ın düşmesiyle başlayan Rus yayılması 1885′te Batı Türkistan’ın işgaliyle tamamlanmıştır. Doğu Türkistan 1760′larda Çin işgaline uğramıştı. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde bağımsız olan Türkler sadece Osmanlı Türkleriydi.

19. yüzyılın ortalarında Türk yazı dilleri için yeni bir süreç başlar. Kazan Üniversitesinde hocalık yapan müsteşrik ve papaz İlminski, her Türk boyunun konuşma dilinin ayrı bir yazı dili hâline gelmesi gerektiği görüşünü ortaya koyar ve bunun için çalışmaya başlar. Özellikle Tatar aydınlarıyla Kazan’da okuyan Kazak aydınları üzerinde etkili olur. Bu iki Türk boyunun bazı yazar ve şairleri, ortak olan Çağatay yazı dili yerine kendi konuşma dillerini yazı dili hâline getirmeye çalışırlar. Yüzyılın sonlarına doğru Tatar ve Kazak yazı dillerinin ilk eserleri verilmeye başlar. İlminski’ye karşılık Gaspıralı İsmail, 1884′te Bahçesaray’da (Kırım) çıkarmaya başladığı Tercüman gazetesi ve Türk dünyasının her tarafında açtırdığı usûl-i cedit okulları vasıtasıyla ortak yazı dilini savunur; bütün Türk dünyasının sadeleştirilmiş İstanbul Türkçesinde birleştirilmesini ister.

Rusya’da Meşrutiyetin ilân edildiği 1905 yılından itibaren Kırım, İdil-Ural, Azerbaycan ve Türkistan bölgelerinde Türk yazı dili konusu sıkı bir şekilde tartışılır. Gaspıralı İsmail’in tesirinde kalan Türk aydınları yazı dilinde birlik fikrini savunurlar ve buna uygun eserler verirler. İlminski’nin fikirleri ise başka müsteşrikler ve Çarlık memurları tarafından yayılmaya çalışılır. İlminski gibi bir papaz ve müsteşrik olan Nikolay Ostroumov 1870′ten 1918′e kadar Türkistan Vilâyetinin Gazeti’ni çıkararak bu gazete vasıtasıyla İrancalaşmış Özbek ağızlarını yazı dili hâline getirmeye çalışır. 1888-1902 arasında çıkarılan Dala Vilâyeti gazetesi Kazakçayı, 1905-1908 arasında çıkarılan Mecmûa-yı Mâverâyı Bahr-ı Hazar Türkmenceyi yazı dili yapmaya uğraşır. Her üç gazete de Çar idaresince çıkarılmaktadır. Yüzyılın başındaki bu tartışma ve uygulamalar kaynaklara ulaşmanın zorluğu yüzünden bugüne kadar ciddî şekilde araştırılmış değildir. Ancak 1917′deki Bolşevik ihtilâlinden sonra serbest tartışma ortamı yok edilmiş, İlminski ve Ostroumov’un fikirleri zorla uygulanarak her Türk boyunun konuşma dili ayrı yazı dili hâline getirilmiştir. Bu süreç Sovyetler Birliği’nde 1930′larda tamamlanmıştır.

Çin idaresindeki Doğu Türkistan’da ise Uygurca, Çağatay yazı dilinin devamı olarak sürerken 1949′daki komünist idareden sonra mahallîleştirilmiştir. Alfabe değişiklikleriyle bu süreç hızlandırılmış, her Türk yazı dili için ayrı alfabeler oluşturularak farklılık artırılmaya çalışılmıştır. Bütün bu çalışmalar sonunda bugün 20 Türk yazı dili ortaya çıkmış bulunmaktadır: 1) Türkiye Türkçesi, 2) Gagavuz Türkçesi, 3) Azerbaycan Türkçesi, 4) Türkmen Türkçesi, 5) Kırım Tatar Türkçesi, 6) Karaçay-Malkar Türkçesi, 7) Nogay Türkçesi, 8) Kumuk Türkçesi, 9) Kazan Tatar Türkçesi, 10) Başkurt Türkçesi, 11) Kazak Türkçesi, 12) Karakalpak Türkçesi, 13) Kırgız Türkçesi, 14) Özbek Türkçesi, 15) Uygur Türkçesi, 16) Altay Türkçesi, 17) Hakas Türkçesi, 18) Tuva Türkçesi, 19) Saha (Yakut) Türkçesi, 20) Çuvaş Türkçesi. Rusya bugün dahi yeni yazı dilleri oluşturma fikrini bırakmış değildir. Tataristan Cumhuriyeti dışında kalan Batı Sibirya Tatarları ile Güney Sibirya’daki Şorların ağızları bazı fonlar ve yardımlar yoluyla yazı dili hâline getirilmeye çalışılmaktadır.

Türk dünyasında 1990′dan beri yeni bir süreç başlamıştır. Beş Türk cumhuriyeti bağımsız olmuş, diğerleri de daha serbest hareket edebilme imkânlarına kavuşmuştur. Şimdi artık kendi kültür politikalarını kendileri tayin edecek duruma gelmişlerdir. Nitekim bunun etkisi de kısa zamanda görülmeye başlanmıştır. 1991 Aralığında Azerbaycan, 1993 Nisanında Türkmenistan, 1993 Eylülünde Özbekistan, 1994 Şubatında Karakalpakistan Lâtin alfabesine geçme kararı almışlardır. Bu ülkelerde yeni alfabeye geçiş kademeli olarak uygulamaya konmuştur. Öte yandan Kırım Türkleri ile Gagavuzlar da Lâtin alfabesine geçerek bazı süreli yayınlarını yeni alfabeyle basmaya başlamışlardır.

“Dil dışı şartlar” dediğimiz siyasî, iktisadî ve kültürel ilişkiler de Türk yazı dilleri arasında yeni etkileşim ve oluşumlara yol açmaya başlamıştır. Türkiye’de Türk cumhuriyetlerinin edebiyatlarına ait bazı parçalar lise edebiyat kitaplarına konmuştur. Türk Ocakları, Kültür Bakanlığı, TÖMER gibi kuruluşlarca Türk lehçelerini öğreten kurslar açılmıştır. Nihayet dört üniversitede (Ankara, Gazi, Muğla, Atatürk) Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümleri açılmıştır. Pek çok Türkiyeli genç Türk cumhuriyetlerinde öğrenim görmektedir. Sayıları az da olsa sosyal bilim dallarındaki bazı genç araştırıcılar Türk toplulukları arasında araştırmalar yapmaya başlamışlardır. Avrasya televizyonunun bazı genç yapımcıları da Türk dünyasına sık sık giderek yeni yapımlara imzalarını atmaktadırlar. Siyasî, iktisadî, ilmî ve kültürel heyetler de sık sık bu dünyaya yolculuk etmektedir. Türk cumhuriyet ve topluluklarında uzun süreli kalan iş adamları ve görevliler de az değildir. Bütn bu teşebbüs ve ilişkiler Türk lehçelerinin Türkiyeli aydınlar ve gençler tarafından öğrenilmesine yol açmaktadır.

Türkiye Türkçesinin diğer Türklerce öğrenilmesi ise çok daha büyük ölçülerde karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de öğrenim görerek bizim lehçemizi öğrenen öğrencilerin sayısı 10.000′i geçmiştir. İktisadî, kültürel veya ilmî sebeplerle Türkiye’ye gelip kısa veya uzun süreli ülkemizde kalan ve Türkiye Türkçesiyle bizlerle anlaşabilen pek çok insan vardır. Öte yandan Türk cumhuriyet ve topluluklarında pek çok okul açılmıştır ve bu okullarda on binlerce öğrenci okumakta, Türkiye Türkçesini öğrenmektedir. Doğrudan doğruya Türk televizyonlarını izleyebilen Azerbaycan veya Avrasya yayınlarına bakan Türkistan cumhuriyetleri bu kanalla da Türkiye Türkçesine aşina olmaktadır.

Bütün bu temas ve faaliyetlerin sonuçlarını önümüzdeki yıllarda görebiliriz. Türk televizyonlarını izleyen Azerbaycanlı çocuklar daha şimdiden Türkiye Türkçesindeki farklı kelimeleri tanımaya ve hatta kullanmaya başlamışlardır. Samaylot yerine uçak kelimesi pek çok Türk topluluğuna ulaşmıştır. Türkiye Türkleri de artık orun (yer), kıyın (zor), çalar (nüans), kayıtmak (geri dönmek), aylanmak (çevresinde dönmek), uçraşmak (karşılaşmak), tapmak (bulmak) gibi kelimeleri tanımaya başlamalıdırlar.

Eski Sovyetler dışındaki Türk dünyası ile ilişkilerimiz de artmıştır. Batı Trakya, Bulgaristan, Makedonya, Yugoslavya, Romanya gibi Balkan ülkelerinde yaşayan Türklerle artık daha sık temas hâlindeyiz. Balkanlardan gelen pek çok Türk genci de Türk üniversitelerinde okumaktadırlar. Bu ülkelerin çoğunda ilk ve orta dereceli okullarda Türkçe öğretim yapılmakta, Türkçe gazete ve dergiler çıkarılmaktadır. Hemen hemen hepsinden Türk televizyonları izlenmektedir. İran’da da Azerbaycan Türkçesiyle (Arap harfleriyle) dergi ve kitaplar yayımlanmakta, belirli saatlere mahsus olarak radyo ve televizyon yayınları yapılmaktadır. İran’da artık Türkçe eğitim talepleri başlamıştır. Irak’ta, 36. paralelin kuzeyinde birkaç yıldan beridir Türkçe öğretim yapılmaya başlanmıştır; Türkçe gazete ve televizyon yayınları yapılmaktadır.

Türk dili yarın nasıl olacaktır? Yukarıda sayılan gelişmeler elbette Türk dilinin yarınını büyük ölçüde belirleyecektir. 20 yıl sonra Türkiye Türkçesi, Türk dünyasındaki pek çok aydın tarafından bilinen ve Türkler arası plâtformlarda kullanılan bir iletişim dili olacaktır. Bu süre içinde Birleşmiş Milletlerce kabul edilmiş olması da muhtemeldir. Türk dünyasının bazı genç aydınları az da olsa makale, şiir, hikâye ve kitaplarını Türkiye Türkçesiyle yazmaya başlayacaklardır. Onların, bizim yazı dilimizle yazdıkları eserlerde kendi lehçelerine ait bazı kelimeler, hatta fonetik ve morfolojik özellikler bulunabilecektir. Böylece bizler de o lehçelerden küçük tatlar almaya başlayacağız. Şüphesiz Türkiye Türklerinden yetişmiş bazı şair ve yazarlar da eserlerine Türk lehçelerinden kelimeler ve bazı özellikler serpiştireceklerdir. Bu hem Türkiye Türkçesinin kendi kaynaklarından beslenerek zenginleşmesine, hem de yeni tatlarla çeşitlenmesine yol açacaktır. Böylece 4000 yıl önce Sümer kaynaklarında görülen agar (ağır), di- (demek), dingir (tenri-tanrı), dug- (dökmek), men (ben), zae (sen), zag (sağ), gişig (eşik-kapı) gibi kelimeler önümüzdeki bin yıllarda sonsuzluğa doğru yollarına devam edeceklerdir.

Bir Masal İncelemesi

16 Şubat 2010 Salı Gönderen Simurg 1 yorum

“Masallar sözlü halk edebiyatı türleri içinde ülkeden ülkeye, çağdan çağa en çok yayılan yaratmalardır; bunun için de masalların pek çoğu konularında ve anlatımların¬da ayrıntılara kadar giden yönleriyle, dilleri ve kültürleri farklı milletler arasında or¬taktır.”1
Kısa bir deyişle, çoğu anlatı türü gibi masal da evrensel bir anlatı türüdür. Masalı, Pertev Naili BORATAV “hayali hikâye” olarak tanımlar. Masalı masal yapan da ola¬ğanüstülükler, hayali unsurlardır. Masallar, insanı özellikle çocukluk döneminden baş¬layarak hayata hazırlayan, içinde yaşadığı kültürel ortamda kendine güvenen birey olarak yetiştirme amacını taşır.
Masalların çoğunda yer-zaman ve mekân açık açık belli değildir. Ancak, derle¬menin yapıldığı bölge, anlatıcının yetiştiği yer, kullandığı yöresel kelimeler, anlatımın içinde yer alan geleneğe bağlı en küçük kesit olarak tanımlanan motifler, anlatıda ge¬çen mekânlar, kahramanlar bize anlatının aşağı yukarı tarihsel ve kültürel boyutunu göstermektedir.
Masalların kökenleri konusunda da değişik görüşler ortaya atılmıştır. Masalı, bu¬gün terk edilmiş bir takım ritlerin son izleri ve belirtileri olarak görenler, bastırılmış isteklerin düş biçiminde ortaya çıkması olarak açıklayanlar, insanın evrensel arzu ve korkularının ifadesi olarak yorumlayanlar vardır.
İnsanın bütün yaşamı, temelde, içinde yer aldığı dünyayı kavramak ve yeniden anlamlandırmakla geçer. Bu anlamlandırmayı yaparken de ilk olarak bir sınıflandırma yapar.
Bu düşünceyle, yola çıkarak inceleyeceğimiz masalı ilk olarak Vladimir PROPP’un “Masalın Biçimbilimi” adlı eserinde verdiği işlevsel dizisine göre ele aldık. Soma, masalda anlatıcının kullandığı yerel söylemleri, ünlemleri ortaya çıkardık. Daha sonra da kişilik özellikleriyle birlikte, masalın kahramanlıklarını, mekânı-zamanı, motifleri, etik-psikolojik-sosyolojik ve ekonomik iletileri ortaya çıkarmaya çalıştık.
Masal metnini, vermeden ve incelemeye geçmeden önce bazı açıklamalar yapmak uygun olacaktır.
İnceleyeceğimiz masal, İstanbul İli Çatalca İlçesi Elbasan Köyü’nde 2001 yılının mayıs ayında gerçekleştirilen alan araştırmasında derlenmiştir. Derleme yaptığımız bölge halkı 1924 mübadelesinde Yunanistan’ın Selanik bölgesinden gelen Türklerdir.

Geldikleri yerleşim yerinin adı “Patirya” olmasından dolayı kendilerine “Patriyot”. Konuştukları dile ise Rumca’nın bir şivesi olduğunu söyleyen “Patriyoça” denilmekte¬dir.
Masal, ilk olarak Patriyotça sonra da Türkçe derlenmiştir. Masalın adı olan “Lamya’nın Türkçe karşılığı “canavar, korkunç bir yaratık” olarak verilmiştir.
Anlatıda kaynak kişinin kullandığı fiil zamanlan olduğu gibi verilmiştir.

Masalın Metni:
LAMYA (CANAVAR)
Bir varmış, bir yokmuş, köyün birinde bir erkek kardeşle bir kız kardeş varmış. Çok fakir olduklarından ormandan odun kesip, satıyorlar. Bir gün ormana gitti, eşkıya¬nın biri yolunu kesti. Sen de, bir kız var, kız kardeş var, onu dedi, bana götüreceksin. Onu götürmezsen dedi, seni harcarım. Peki, dedi, korktu. Üzgün üzgün, ne oldu abe, ne yaptın? dedi. Dedi, böyle böyle, bir eşkıya dedi, ormanda yolumu kesti, seni istedi, ne yapacaz bilmiyorum, dedi. Ihh, dedi, onun kolayı var gitme o mıntıkaya, git başka mıntıkaya. Tamam dedi, öyle yapacağız. Gitmiş başka mıntıkaya, odun keserek eşkıya geldi. Ne dedik? Valla dedi, unuttum. Hele unutmaman için sana bu ipi bağlarım, bunu gördükçe hatırlarsın. Ertesi gün, gene başka bir mıntıkaya gitti, gene gördü, harcayaca¬ğım seni dedi. Aman der, ya unuttum. Ne olur, yarın burda bekle götüreceğim. Geldi, kurtuluş yok dedi, kız kardeşim kaçacağız, göç edeceğiz. Nereye gidelim, kalk yukarı Trakya’ya doğru gidelim. Yer değiştirelim, kaçmışlar, tabii uzak bir yere.
Bir ovada bir sürü güvercin otluyor. Aah dedi, bir dua etsekte, bunlar koyun olsa ne iyi olur. Edelim, bir dua ederler, hepsi koyun olur. Binlerce güvercin koyuna dönüştü. Oh tamam dedi, şimdi iyiyiz. Bi ara bir tilki geliyor kuzuyu kapıyor. Hop, tilki kardeş, ne oluyor, sende dedi, ne olacak sende binlerce var, bir tane ben alsam ne olur Yok, dedi, bir yavru vermezsen vermem. Tamam dedi, değiştirelim. Götürdü bi yavru O da aldı kuzuyu gitti. O giderken kurt, hop dedi, bölüşelim bunu, yok dedi, yukarda binlerce var, bre nasıl olur? Bi tane tilki yavrusu verdim, verdi bi tane kuzu, tamam. O da götürdü yavruyu aldı koçu gitti. Giderken bu sefer ayı çıktı. Hop dedi bölüşelim. Ne bölüşeceksin ya yukarda binlercesi var, dedi. Ama bir yavru götürmezsen vermez, dedi. Nasıl olur? Abe, bir kurt yavrusu verdim verdi. Ben de vereyim. Götürmüş o da ayı yavrusunu. Almış koçu kaçmış. Her gün bir tane koç kesiyor, besliyor. Büyüdüler.
Zaman geçti. Yabanî adam gene gelmiş, eşkıya geldi, eşkıya tabii buldu onu. Ben seni istemiştim abinden, beni dedi hep atlattı. Ben de istedim ama, götürmedi ne yapa¬yım. Ben onu harcayacağım. Gitme dedi, yanında bir şeyler var, dedi, o dedi, parçalar seni. O şimdi gelecek akşama, ben koyunları koyarım, bodruma, gidersin temizlersin ben de seninle gelirim. Tamam. Akşam geldi, ne oldu dedi. Ya dedi, çok sıkılırdım, sen gidersin dağda bayırda gezersin, bari köpekleri bırak bana, ben de onlarla eğleneyim iyi dedi, tamam. Sabahleyin oldu, koyunlara gitti bu. Eşkıya karşısına çıktı. Ben de zannettim bulamayacağım seni, nereye gitsen bulurum ben, şimdi ne yapacaksın demiş eşkıya. Sen bilirsin. Harcayacağım seni, demiş. Yav, dedi, son olarak bir şarkı söyleyeyim dedi, ondan sonra ne yaparsan yap. Tamam dedi. Çıkayım şu ağaca bir kaval çala¬yım, dedi. Çıkmış ağaca başlamış kavalla köpekleri çağırmaya. Tabii tilki duyuyor, bir omuz kapıya, yallah arkada kalınca kız kardeşi çekmiş maşayı, kırmış ayağını. Git¬mişler tabii, o başlamış tırmanmaya ağaca, indirecek onu orda, onlar geldi tabii parça¬ladılar adamı, eşkıyayı. Adam eve kız kardeşine geldi. Sen mi gönderdin o adamı dedi, köpekleri bağlamışsın. İşte dedi, korktum ne yapayım. Hayır dedi, burda yolumuz ay¬rılır, koyunları mı alacan, eşeği mi? Ne yapayım ben, koyunları, dedi, eşeği alayım, bineyim gideyim bi taraflara. Ee anca gidersin, tamam dedi. O başka istikamete, o başka istikamete yollan ayrılmış.
Kız kardeşi eşeğin üstünde gezine gezine Çatalca’ya gelmiş. Orda buradan gitmiş sarayda hizmetçi olmuş. Orda dolan burdan dolan gelmiş Çatalca panayırlarının orda çimende salmış koyunları adam. Dur demiş, orda pınardan bir su içeyim. Gidiyo bakıyo, orda bir kız ağlıyo. Ne ağlıyorsun bakim? Ya dedi, ben padişahın kızıyım ama, sıra bana düştü dedi, şimdi canavar beni yiyecek, suyu salması için. Öyle mi öyle. Ne zaman gelir? Birazdan gelir. Çekildi kenara, canavarın sesi gelir uzakta. Ağa çıktı tabii ordan haydi bre göreyim seni, saldı köpekleri, hemen parçaladılar tabii lamyayı, canavarı. Tabii kesiyor, dokuz dili varmış canavarın. Al şu dili, eğer sana sorarlarsa canavarın öldüğünü söylersin, bununla ispat edersin. Öbürlerini atmış cebine gitmiş. O sıralarda nasıl olsa suyu saldı bu saatlerde ben gideyim testiyi doldurayım, demiş kız. Ordan fiyakalı çingene geçiyormuş. Bi bakmış kız kaçıyor. Niye kaçtın. O dedi, cana¬var öldü, su dedi, geldi. Ee dedi nasıl olur? Bak ispatı, dili gösterdi. Ver şunu, sakın demiyesin canavarı o çoban öldürdü, ben öldürdüm diyeceksin yoksa keserim seni. Tamam dedi, doldurdu testiyi çingene aldı kızı da doğru saraya. Padişaha söyleyeyim, canavarı biz öldürdük, su serbest artık. Ee, padişah tabi hem su geldi, hem kızı geldi, ohh, hemen onu baş köşeye. Bütün herkes toplanmış tabii anlatıyor, nasıl öldürmüş canavarı. Vermişler bir de çıbık, iki metre, keyfi geldiği zaman kaldırıyor, indiriyor çıbığı, herkes ayağa kalkıyor, indiriyo çıbığı herkes oturuyor, kalk arap otur arap. Tabii bizim ağa duymuş bu alamete, gideyim bakayım ne anlatıyor, gitmiş orda kapının kenarına oturmuş. Çingene anlatıyormuş, böyle böyle yaptım diye. İşte dokuz tane dili kestim hepsi burada, diye gösterip hemen cebine koyuyor. Kim öldürdü canavarı, tabii ben öldürdüm. Sen öldürdüysen dokuz dili diz oraya bakalım. Cebinden çıkarmış, işte burada dokuz dil var. Öyle değil, hepsini sırayla koy göreyim ben. Sekiz tane dil atıyor, bir tanesi de sende bizi korkuttun aldın birini. Seni gidi çingene herif dedi, sen öldüre¬ceksin nerde o ciğer sende. Ama, höt dedi, bir insanın o canavar öldürme imkanı var mı, benim dedi hayvanatlarım var, onlar öldürdü, demiş, ben nasıl öldüreceğim, dedi. Atın şunu içeri, hep beraber baş köşeye oturdular çobanla. Ee artık ben seni damat edecem. Sen bana bu iyiliği yaptın, ben de sana ödül olarak kızımı verecem. Önce saraya nazire olursun. Ya benim, işim var demiş çoban, hayvanatlarım var. Onları biz hallederiz. Tabii mecbur oldu. Eeh, koyunlara çoban tuttular. Köpekleri kapattılar ço¬cuklara zarar vermesin diye. Kırk gün kırk gece düğün yaptılar. Neyse gerdek gecesi geldi. Yatağa yatar yatmaz, zehir atmışlar yatağına, bayılmış. Tabii, gelin daha yatağa girmeden, koşmuş baba dedi, damat dedi, öldü. Ya dedi, yastığa başını koyar koymaz öldü, dedi dondu. Babası ne yapalım, mukadderat böyleymiş. Başladı bu çalkalanmaya tabii. Tilki duyar, yav dedi, bir şeyler duydum dışarda çocuklar konuşurken, galiba dedi, bizim ağa öldü. Nasıl oldu hemen kapıyı kıralım. Tabii kırdılar kapıyı doğru sa¬raya, onları gören herkes kaçıyor. Ne bu, onlar doğru ağalarının odasına gittiler, buldular, başladılar yalamaya, yaladıkça başladı nefes almaya, yavaş yavaş canlandırdılar onu. Uyandı ne oldu dedi. Biraz daha gelmeseydik dediler, tamam zehirlendin. Yav nasıl olur kim zehirler beni. Kim yaptıysa yatağım o zehirledi. Hemen haber veriyorlar geliyor hizmetçiler. Akşam benim yatağımı kim yaptı bulun onu. Kim yaptıysa buldular, ben yaptım öyle mi, parçalayın şunu bakim. Onu orda parçaladılar. Tekrar düğün kırk gün kırk gece ve koydular tahta bizim ağa olmuş padişah. Masal da burada bitmiş.
Kaynak Kişi: Atilla ÇELİK
Doğum yeri-tarihi: Elbasan-1946
Öğrenim durumu-mesleği: İlkokul-Çiftçi
Derlemeyen: Elbasan-29.5.2001
Derleyen: Aysun Çobanoğlu
YB.01.0003.İst.Kül.Müd.Folk. Arşivi

Masalın V.Propp’un İşlevsel Dizisine Göre İncelenmesi
V.Propp’a göre işlev, kişinin eylemidir, ama bu eylem de olay örgüsünün akışı i-cindeki anlamına göre belirlenmiştir. Masallardaki kişilerin, birbirinden farklı olmalarına karşın, yaptıkları eylemler birbirine benzer. Bu eylemler, masalların sürekli olan öğeleridir. V.Propp, üzerinde çalıştığı masallarda 31 işlev saptar. Ancak, bütün masallarda bu işlevlerin hepsinde birden rastlanmayabilir.
Köyün birinde bir erkek kardeşle bir kız kardeş varmış (başlangıç durum). Bir gün ormana gitmiş erkek kardeş (uzaklaşma-çalışmaya gitme). Sen de, bir kız var, kardeş var, onu dedi bana götüreceksin (buyruk). Gitmiş, başka mıntıkaya (buyruğun yerine getirilmemesi). Ne dedik? (saldırganın bilgi toplaması). Yer değiştirelim, kaçmışlar tabii uzak bir yere (uzaklaşma). Aaah, dedi bir dua etsekte bunlar koyun olsa. Ne iyi olur (Bir yardımcının eksikliği). Binlerce güvercin koyuna dönüştü (bir dilekte yardımcı kahramana başvurulur). Yabani adam gene gelmiş, eşkıya geldi, eşkıya tabi buldu onu, ben seni istemiştim abinden, beni hep atlattı (saldırganın kurbanını aldası) Ben de istedim ama götürmedi, ne yapayım (kurban saldırgana boyun eğer). Ya dedi çok sıkılırım, sen gidersin dağda, bayırda gezersin bari köpekleri bırak bana. Onlarla eğleneyim (aldatıcı uzlaşma sırasında gerçekleşen ön kötülük). Sabahleyin oldu, koyunlara gitti bu (kahraman evden ayrılır). Eşkıya karşısına çıktı. Harcayacağım seni, demiş (saldırganın kurbanı tehdit etmesi). Yav, dedi son olarak bir şarkı söyleyeyim, dedi, sonra ne yaparsan yap (kurbanın saldırganla pazarlık etmesi) demiş, eşkıya (saldırganın kurbanın aldatmacılığına inanması). Çıkayım şu ağaca bir kaval çalayım demiş. Çıkmış ağaca başlamış kavalla köpekleri çağırmaya (kahraman özel bir işaretle çağrı yapar), tabii parçaladılar adamı, eşkıyayı (saldırgana karşı zafer Adam eve kız kardeşine geldi (kahraman geri döner).
O başka istikamete o başka istikamete yolları ayrılmış (uzaklaşma). Ne ağlıyorsun bakim (selamlama sorular). Ne zaman gelir? (kahraman saldırgan üstüne bilgi edinir. Salmış köpekleri hemen parçaladılar tabi lamyayı, canavarı (saldırgana karşı zafer). Çingene anlatıyormuş, böyle böyle yaptım diye. İşte dokuz tane dili kestim hepsi bura¬da diye gösterip hemen cebine koymuş (düzmece kahraman asılsız savlar ileri sürer). Seni gidi çingene herif, dedi, sen öldüreceksin nerde o ciğer sende (düzmece kahrama¬nın gerçek kimliği ortaya çıkar). Bir insanın o canavarı öldürme imkânı var mı demiş ben nasıl öldüreceğim, dedi (asıl kahramanın tanınması). Atın şunu içeri (düzmece kahramanın cezalandırılması). Kırk gün kırk gece düğün yaptılar (kahraman evlenir). Yatağa yatar yatmaz, zehir atmışlar yatağına, bayılmış (kahramanı yok etme girişimi). Ne bu, onlar doğru ağalarının odasına gittiler, buldular, başladılar yalamaya (kahrama¬nının yardımına koşulur). Akşam benim yatağımı kim yaptım, bulun onu (kahraman saldırganı sorgular). Kim yaptı, buldular, ben yaptı öyle mi, parçalayın şunu bakim (öldürme emri). Onu orada parçaladılar (öldürme).
Tekrar kırk gün kırk gece (yinelenen evlilik). Koydular tahta bizim ağa olmuş pa¬dişah (kahraman tahta çıkar).
Uzaklaşma işlevinin üç kere saldırgana karşı zaferin iki kere geçtiği Lamya (Canavar) masalında, V.Propp’un işlevsel dizisine göre 30 işlev saptadık. Daha önce de dediğimiz gibi V.Propp masallarda değişmeyen eylem olarak 31 işlev saptamıştır. Fakat bütün masallarda bu işlevlerin hepsinin var olması gibi bir kural yoktur.

Masalda Yer Alan Söz Kalıplan, Söylemler, Ünlemler

Söz Kalıpları: Masal anlatıcımız masala “bir varmış bir yokmuş” masal başı söz kalıbıyla başlıyor. “Zaman geçmiş” masal ortası söz kalıbıyla devam ediyor ve “masal da burda bitmiş” söz kalıbıyla masalın sonlandığını belirtiyor.
Söylemler: “Götürmek” fiilini incelendiğimizde masalda, Zonguldak, Kastamonu yörelerinde de kullanılan “getirmek” fiili anlamında kullanılmıştır (Bana götüreceksin onu). “Kaçmak” fiili yörede “gitmek” fiilinin yerine kullanılmaktadır. “Harcamak” fiilinin ilk anlamı “tükenmek, kullanmak ve sarf etmektir”. Burada ilk anlamı dışında argolaşmış bir söylem olarak karşımızdadır. “Yok olmasına, ölmesine sebep olmak” anlamında kullanılmıştır.
“Mıntıka”, Türkçe’si “bölge” olan Arapça bir kelimedir. “Yabani adam” ilkel du¬rumda yaşayan, dağda, lorda gezen eşkıya anlamında kullanılan bir söylemiştir.
Ünlemler: “Abe” daha çok Trakya bölgesinde kullanılan bir ünlemdir. Seslen¬melerde sıkça kullanılır. “Abe kızanım” gibi… “Bre” ey, hey anlamında yaygın olarak kullanılan bir ünlemdir. Seslenme dışında “vay” gibi şaşma, şaşkınlık ve coşku da an¬latır.

Masalın Kahramanları:

A) İnsanlar
a) Bir erkek kardeş (masalın ilerleyen bölümlerinde oduncu, çoban ve damat ola¬rak karşımıza çıkıyor). Kız kardeşini her türlü tehlikeye karşı korumakla görevli, doğru ve dürüst ve iyi bir karakter.
b ) Bir kız kardeş: Erkek kardeşinin ölümünü isteyecek kadar kötü niyetli, cinsellik isteğinde ve kimlik arayışı içinde olan, kötü bir karakter.
c ) Eşkıya: Kötü bir karakter.
d ) Çingene: Yapmadığı bir işi, bu iş büyük güç gerektiren, olağanüstü bir iş, üst¬lenerek ortaya çıkan bir karakter. Bu başka bir isimle de karşımıza çıkabilir.
e) Padişahın kızı.
f ) Padişah
g )Hizmetçi: Masalda net olarak belirtilmese de kahramanı zehirleyen, kız kardeş olduğunu düşündüğümüz bir karakter.

B) Gerçeküstü Varlıklar:
a) Dokuz dilli canavar: İnsanların temel gereksinimlerinden olan suyun başını tu¬tan, zulmeden bir güç.
C ) Hayvanlar:
a) Ehil hayvanlar:
-Köpek
-Koyun
-Eşek
D) Orman hayvanları
-Kurt
-Tilki
-Ayı
Ormancı ve aynı zamanda çoban olan erkek kardeşe yardım eden yardımcı kah¬ramanlar.

Masaldaki Mekânlar:

A ) Geniş Mekânlar: Türkiye hudutları içindedir. Masalda yerleşim yeri Çatalca ve bölge Trakya bölgesidir. Bu yerelleştirme, sadece mekânda değil, folklorun bütün alt dallarında masalın anlatıcısı tarafında değiştirilebilen anlatılan bölgede daha dikkat çekmesi ve sahiplenilmesi (benimsenmesi) bakımından da önemlidir.
B ) Dar Açık Mekanlar
- Orman
- Pınar
C ) Dar kapalı Mekânlar
- Saray

Masaldaki Zaman:

İncelediğimiz masalda olaylar genellikle yirmi dört saatlik zaman dilimleri içinde geçmektedir. Sabah-akşam, ertesi gün (yarın) ifadeleri olayların kısa sürelerde ger¬çekleşmiş olduğunu göstermektedir. Yalnız, yavru hayvanların büyümesi ve “zaman geçmiş” masal ortası kalıp sözü yirmi dört saatlik zaman sürecinden fazla bir zamanın geçtiğini belirtmektedir. Kırk gün kırk gece yapılan düğün de bir ay on günlük bir za¬manı kapsamaktadır.
Dönem açısından zamana baktığımızda ise padişahlığın ve sarayın olması anlatı¬nın cumhuriyetten önceki döneme ait olduğunu göstermektedir.

Masalda Tespit Edilen Motifler:

a) Dua; masalda büyüsel bir işlev olarak karşımıza çıkıyor.
b) Tür değiştiren hayvanlar; güvercinlerin koyun olması.
c) Kahramana yardım eden ve konuşan hayvanlar.
d) Vahşî hayvanlara yedirilerek cezalandırma.
e)Suyun başını tutan dokuz dilli canavarın ölümü. “Halka zulmeden ejderha simgesiyle anlatılır. O korkunçtur. Güç kuvvet yetmez. Subaşını tutmuştur. Halkı susuz bırakmıştır. Ancak bir kurban aldıktan sonra su vermektedir. Bu¬nun için halk bir kurtarıcı bekler. O yiğit kişi gelir, ejderhanın işini görür ve halkı esenliğe çıkarır.
f) Evlendirerek ödüllendirilen kahraman.
g) Evlenme töreni.

Masalda Tespit Ettiğimiz İletiler

İleti: Okuyucuya, dinleyiciye, eğitim amaçlı verilmek istenilendir.

A) Etik İletiler:
a) Yalan söylemek, insanın başına büyük sorunlar açar, her yalan yeni bir ya¬lan doğurur.

B) Psikolojik iletiler:
a) Korku ve baskı insanları yalana iter.
b) Kötülük, cezasız kalmaz, iyilik mutlaka kötülüğü yener.
c) İyiler, iyilik, kötüler kötülük bulur.
d) Bazen hayvanların dostluğunu, insanların dostluğundan daha güçlüdür.

C) Sosyolojik iletiler:
a) Her kötülüğün bir cezası vardır.

D) Ekonomik İletiler:
a) İnsanların temel gereksinimlerinden biri olan “su” bu masal da elindedir. İnsanoğlu buna ulaşmak için hep uğraş verir ve acı çeker.

Sonuç Olarak:
İncelemeye çalıştığımız masalda ana tema için, iyiliğin, doğruluğun ödüllendirilmesi ile onaylanmamış cinselliğin reddedilmesi, (eşkıya ve kız kardeşin karşı çıkılıyor) ve onaylanmış cinselliğin kabulüdür (erkek kardeşle padişah kızının evlenmesi) diyebiliriz.
Masalımızın iki kesitten oluşuyor. İnsan insana ilişkilerin geçtiği ilk kesitte daha güncel ve gerçekçi bir anlatım hakim. Tek olağanüstü özellik olarak güvercinlerin koyuna dönüştüğü, büyüsel bir olayın varlığı ve hayvanların konuşabilmelerini gösterebiliriz.
Masalın ikinci kesitinde ise masala adını veren canavar (masala adını verecek kadar öne çıkan bir unsur olmasa da) ortaya çıkıyor. Onunla girişilen mücadelede hayvanların güçleriyle öne çıkma olayı ve zehirlenen kahramanımızın yine hayvanlar tarafından iyileştirilmesi, ölümden kurtarılması, masalımsı özellikler taşıyan bölümlerdir
Bir diğer önemli konu ise; birinci kesitin sonunda yer alan erkek kardeşin yollarının ayrılmasından sonra, kız kardeşin saraya hizmetçi olarak gittiği açıkça söyleniyor. Ancak, ikinci kesitin sonunda, en mutlu gününde, sarayda zehirlenen damat (erkek kardeş) acaba hangi hizmetçi tarafından zehirlendi? Bu konuda masalımızda bir belirsizlik var. Bu durum anlatıcının masalı tam olarak hatırlamadığını göstermektedir.

Kahramanımız iyidir ancak çok güçlü-kuvvetli ve cesaretli değildir bir erkek olarak, ataerkil toplum düzeni gereği, kız kardeşinin namusunu korumakla görevlidir. Bunun için her türlü zorluğa göğüs gerer. Bir dua yardımıyla güvercinlerin koyun olması ve sonrasında orman hayvanlarının kendi yavrularıyla bu koyunları takas etmeleri sonucunda kahramanımızın
yardımcıları ortaya çıkmaktadır. Kahraman korumacılığına karşın en büyük kötülüğü canından, kardeşinden görmektedir. Bu durumun nedeni masalda baskı ve korku olarak veriliyor ancak bu kız kardeşin evlenme isteği, kendine ait bir ev, aile kurma isteği, ona bağlı olarak da cinsellik isteği şeklinde açıklanabilir.
Kahramanımıza yardım eden hayvanlar, yeri geldiğinde insanlardan daha dost olabileceklerini göstermektedirler.
İkinci kesitte, suyun kurtarılması bir can karşılığındadır ve bu can “genç bir kız” olmalıdır, burada da cinsellik ve ataerkil toplum yapısı öne çıkmaktadır. Özellikle kurbanın “kız” olması, güzel, el değmemiş bir armağandır.
Kahramanımız hayvanatlarının yardımıyla bir zulüm olan susuzluğu çözümlendirir ve “geneli” mutlu sonla biten masallarda olduğu gibi, iyiliğin karşılığı olarak bir kız” ile ödüllendirilir ve tahta çıkar.
Kısa bir değerlendirme ile son noktayı koyarken; masallar içinden çıktıkları top¬lumların gelenek-göreneklerini, yaşam felsefelerini, sosyo-kültürel ve ekonomik ya¬pılarını, kısaca bağıl oldukları toplumu bütün yönleriyle ortaya koyan, kimi zaman korkutan, kimi zaman güldüren, hayal dünyasında gezintiye çıkaran, eğiten, özlemleri, beklentileri dile getiren anlatı türleridir.
Toplumlar var oldukça ve onlara ihtiyaç duyulduğu sürece, belki şekil değiştirerek yine toplumların aynası olmaya devam edeceklerdir.

Yararlanılan Kaynaklar:
BORATAV, Pertev Naili; 100 Soruda Türk Halk Edebiyatı, İstanbul 1992, s. 96.
DEMİRAY, M.Güner; “Türk Halk Masalları Üzerine, Masal Araştırmala¬rı, Haz. Nuri Taner, İstanbul 1988, s. 44.
PROPP, Vladimir, Masalın Biçimbilimi, Çev. Mehmet Rifat-Sema Rifat, BFS Yayınları, İstanbul 1985.
RİFAT, Mehmet, Homo Semioticus, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1996.
SEYİDOĞLU, Bilge, Erzurum Halk Masalları Üzerine Araştırmalar, Atatürk
Üniversitesi Yayını, Ankara, 1975.
YAVUZ, Muhsine Helimoğlu, Masallar ve Eğitimsel İşlevleri, Ürün Yayınları, Ankara, 1997.
MİLLİYET Sanat Dergisi, Sayı 222, 1997.